Hadis âlimlerinin sünnet tanımı; Peygamberimizin söz, fiil ve takrirleri
şeklinde tanımlanmaktadır. Fıkıhçıların tanımı; Peygamberimizin farz ve vacip
dışında yapıp ettiklerine Sünnet der. Usûl-i fıkıhçılar ise Kur’ân dışında
Peygamberimizin getirmiş olduğu hükümleri esas alır. Kelamcılar da, Sünnet’i
bidat karşıtı olarak kullanır. Her disiplin kendi açısından bir Sünnet tanımı
yapmaya çalışmış ve bu tanımları yaparken de kendi dönemlerinin şartlarını ve
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuşlardır.
Kuran’da sünnet kelimesi tek başına geçmez. Sünetullah olarak yer alır. Bu
da Allah’ın varlıklara koyduğu kanunlar ve onların kaderi olarak anlaşılır. Bizim
sünnet olarak anladığımız; müminlerin, Hz peygambere tabi olmaları, eğitim,
farklı şartlarda yeni fıkıhlar oluşturabilmeleri amacıyla, insanın Allah, diğer
insanlarla eşya ile doğa ilişkilerine yönelik ortaya koyduğu örnekliktir. Bu
örneklik Hz. peygamberin söz, amel veya bir tutum ortaya koymasıyla
gerçekleşmiş olabilir. Hz peygamber örnekliğinin temelini Kuran oluşturur. Kur’ân’ın
hayata ferdi ve toplumsal ölçüde nasıl aktarılacağını gösteren bir model, bir
örnektir. Hz. Aişe “Onun ahlakı Kur’ân’dı”
derken Peygamber’in yaşam biçiminin/sünnetinin Kur’ân’la içli dışlı olduğunu
anlatmak istemiştir. Bazı İslam düşünürleri ise “Hz. Peygamber yaşayan
Kur’ân’dı” diyerek sünnetin bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Bununla birlikte
Kuran’ın müdahale etmediği, Hz. peygamberin içinde yaşadığı toplumun adetlerine
uymaya devam etmesi sünneti adet olarak isimlendirilmiştir. Sakal, cübbe, sarık
bu kategoride sınıflandırılabilir. Ayrıca İbrahim (a.s.) dan gelen dini
gelenekten olanlarda bu sınıfta yer alır.
Hz peygamberin her hareketi Allah’ın gözetimi ve denetimi altında olması
nedeniyle ondan sadır olan zerre miktar yanlışa hataya müdahale edilip
düzeltildiği Kuran’ın söylemidir.
Sorun sünnetin bağlayıcılığı meselesinde değil, hangi sünnetin
bağlayıcılığı. Zira sünnet konusunun
anlaşılma meselesi sahabe döneminden beri tartışılagelen bir konu olmuştur. Bir
kısım tahkik ehli sahabe, Hz Peygamberin sadece ne yaptığına değil, niçin
yaptığını da sorgularken, bazı sahabede, neyi niçin yaptığını hiç sorgulamadan
her hareketini taklit etme yoluna gitmiştir. Bu hem hadislere hem de siyer’e
yansımış bir husustur. Hz Ebu Bekir;
Peygamber’in örnek şahsiyetini, yüce ahlakını her şeyden önde tutar, onu
referans alır, lafzı ve şekli önemserken, Hz. Ömer ise,
Kur’an’ı kaynak ve sığınak olarak önceler, nebevi sünneti ise vahyin
ışığında okurdu. Sünneti anlamada mana ve maksada bakardı. Hz Ömer’in oğlu
Abdullah meseleye Hz Ebu Bekir gibi bakarken, Hz Ayşe de Hz Ömer gibi yaklaşım
sergilerdi.
Kur’an’ın ve peygamberin öne çıkardığı husus; mana ve maksadı anlamak
olmasına rağmen islam toplumlarında bu gerilerde kalmıştır. Kuran’da peygamberin beşer
ligine, şeriat koyucu değil, konulan
şeriatı harfiyen uyan ve örneklik sergileyen olarak vurgu yapılmış, sözün önüne geçmemesi ihtarında bulunulmuş,
yeri geldiğinde uyarılmıştır. Allah’ın maksadına uygun davranan Hz
peygamber, Allah’ın mesajları unutulmaması
için vahiy kâtipleri görevlendirirken, kendi sözleri için bir katiplik müessesesi
oluşturmamıştır. Bu Nebi’nin, Allah’ın emirleriyle kendi nafilelerinin arasını
ayırmadaki titizliğini göstergesidir. Hz Peygamber ümmetine Kuran dışında, ona
paralel, sünnet adı altında ayrı bir din miras bırakmamıştır. Kısaca bağlayıcı sünnet, Hz Peygambere vahyedilen
mesajların yaşama dönüşüdür. Ahlaklı
olma, herkese çalıştığı kadarının verilmesi, insan ilişkilerinde dürüst ve
adaletli davranma, insana ve diğer canlılara saygı, şefkat ve merhamet,
temizliğe dikkat, hak hukuka riayet, iş ve iş veren arasındaki dürüstlük, yalan
gıybet, riya, iftira gibi insana yakışmayan şeylerden uzak durmak hem Allah’ın
emri hem de nebi tarafından sergilenen
en güzel örneklik iken, bunların, dindar geçinen bir çok gruplar için sakal
cübbe sarık kadar öne çıkarılmadığı görülmemektedir!. Bazı ibadetlerin sorumluluktan kurtulma,
baştan savmaya dönüştürüldüğü gerçeğimiz değil mi!..? Böyle
olunca da, görüntü olarak dindar
görünümlerin hayatında bir Müslümana yakışmayan asla tasvip edilmeyen
çirkinliklerin sudur ettiğine şahit oluyoruz.
Müslümanlığımızın göstergesi şekilcilik ve ruhsuz ibadete dönüşmesi
neyin göstergesi!..? Günümüz inananları Allah’ı ve resulünü düşünerek duygu
seli yaşamazken, üstatları, şeyhlerini düşünerek bir haz yaşıyorlar. Bu şeytani
ilhamı da hakikat ölçüsü görüyorlar. Unutmamalıdırlar ki, dindar Hristiyanlar,
Mecus’ular da kendi üstatlarının hayalleriyle bu hazların bir benzerini
yaşamaktalar. Yoksa orada kalmazlardı! Kuran’ın
ölçü getirmediği, insani uygulamaların,
teferruatların din yerine konulup hak ve hakikatlerin söylemlerde kaldığı bir
toplum olduk. Dünyanın en rezil toplumlarına dönüştük.
Her şeyden önce Hz. Nebi’; bir insan, çocuklarına baba, ırk olarak Arap,
çağdaşlarına arkadaştı. Bunlarla
birlikte Allah’ın resulü idi. Bu özelliklerinin her birisi için söyledikleri
yaptıkları davranışları vardı. Bunların
her birisi için yaptıkları ve söylemlerini din anlamında ya da sünnet anlamında
aynı ağırlıkta bir kefeye konması çok yanlış olur. Asıl olan,
Hz. peygamberin bir şeyi nasıl yaptığından ziyade, niçin yaptığı,
Allah’ın emir ve nehiyleri konusunda peygamberimizin ortaya koyduğu
örnekliktir. Hicret olayını deveyle gerçekleştirmiştir. Burada hicreti niçin yaptığımı, neyle yaptığı
mı önemlidir? Mekke döneminde su kıtlığı yüzünden taşla taharet almıştır. Hz.
peygamberin çağdaşları Ebu cehil ve diğer müşrikler o dönemde hem sakallı, hem
cübbeli hem de sarıklı idi. Dişlerini misvakla temizlerlerdi. Peygamberimiz de
aynı toplumun bir ferdi olması nedeniyle bu örfü uygulamıştır. Ama Medine’ye
hicretinde taşla temizlenmeyi bırakıp su ile yapılmasını emretmiştir. Resulullah, gece namazını kıldıktan sonra, sabah
namazından önce kısa bir süre tekrar uyur, kabak yemeyi sever, elle yemek yer, beyaz elbise giymeyi sever,
savaşta öldürülen kimsenin eşyalarını, onu öldürene vermesi gibi kendine mahsus
adetleri vardı. Bunlar tamamen onun insani özelliklerindendir.
Bir keresinde cemaatle namaz kılarken namazın ortasında ayağından
ayakkabısı çıkarmıştır. Tabii o günlerde
mescitlerde bugünkü en vay çeşit halı yoktur. Toprak üzerinde namaz kılınmaktaydı. Cemaatte nebiye bakıp aynısını yapmıştır. Hz
peygamber namaz sonrası cemaate sorar “Neden
ayakkabılarınız çıkardınız”?. Onlar siz çıkartınca bizde çıkardık derler. Hz
Peygamber, “Cebrail ayakkabıma pislik bulaştığını
haber verdi. Onun için çıkardım. Sizin
çıkarmanıza gerek yoktu.” der. Şiiler toprağa secde etme konusuna uymak için, halen
halı üzerine topraktan bir parça koyarak (Kerbela toprağına) secde etmeyi
taklit ederler.
Bu örneklerde de görüleceği gibi Hz peygamber, adetten ve şartlardan doğan
fiillerini sünnet olsun diye yapmadığını görüyoruz. Bugün olsaydı bugünün kolaylıklarını
kullanırdı. Deveyle hicret etmeye, necaset temizliğini taşla yapmaya gerek
görmezdi. Başka bir ülkede doğsaydı oranın ıslama ters olmayan adetlerini
uygulaya devam edebilirdi. Meseleye
bakarken Hz peygamberi bütün misyonu ile görmek gerek. Büyük davanın öngörü sahibi, büyük bir stratejist, seçilmiş
öncüsünü, basit üslup ve davranışlarla sınırlandırmak asla doğru değildir. Nitekim Hz peygamberin toplumsal ve evrensel
ölçütlerde ki örnekliği görmezden gelinemez. Medine’de devlet başkanı olmasının ardından
oradaki sosyal sorunlara, kabile kavgalarına, fakirliğe, susuzluğu,
adaletsizliğe, eğitimsizliğe, çözümler üretmiş bunlara ilaveten Allah’ın
mesajlarını diğer toplumlara ulaştırmıştır. Önümüzde böylesi bir vizyon sahibi
peygamberi, dar alanlara sıkıştırırsak,
bize bıraktığı sünnet nimetini yersiz ve hor kullanmış olmaz mıyız?. Birde şu
soruyu kendimize sormamız gerekmez mi? Acaba Resulullah (s.a.v.), gelenekten,
içinde bulunduğu şartlardan dolayı kendisinin yaptıklarını, ümmetinden de dini
bir sorumluluk anlamında yapılmasını
istiyor muydu?
“Şurası unutulmamalıdır ki, vakıa olarak Kuran’ı belirleyen; sünnet,
hadis, icma ve kıyas değildir. Bizatihi belirleyici konumda olan, sünneti
belirleyen ve yönlendiren Kuran’dır. Din ile ilgili bütün belirlemelerin
kaynağı, Rabbimizin Hz. Muhammed’e vahyettiği ve günümüze mütevatir bir yolla
gelen, korunmuş olan Kuran’dır”. (Hamza Türkmen)
Kuran ve Sünneti doğru anlayan ve uygulayan bir toplum, Endülüs
Müslümanları. Dünyada ilk üniversiteyi
kuran, bilim üreten bir medeniyet kurdular.
O gün batıya örneklik teşkil eden bir medeniyet iken, taassup, sen ben
kavgası, yüzünden heba oldular. Kardeş
olmayı sürdüremediler.
Bilir misiniz dostlar, böylesi bir peygamberin bugünkü ümmetinden bir
kesit; halen Afganistan’da tuvaletlerde
kovalara taş koyarlar. İnsanlar onlarla silinir temizlenmeye çalışır. Cami
avlusunda ki ağaçlarda asılı onlarca misvak var, herkes aynı misvakla dişini temizlemek
durumundadır. Nedeni, sünnet olduğu
için!. Bunu yapmayanlara kötü gözle bakılır. Bu kafanın geldiği nokta kardeş ve
kabile kavgaları.! İslam; özden yani
esas değerlerinden uzaklaştırılıp şekle büründüğünde toplum hiçbir medeniyet
üretemediği gibi, dinin aslından ziyade kabuğunu din diye yaşar, cehalet,
yobazlık, fakirlik ve sefaletten asla kurtulamaz. Bu hakikati görmeyen,
anlamayan, anlamak istemeyen, kendi kafasındaki gerçek dışında her şeyi
reddeden, farklı olanları tekfir eden, saldıran yok etmeye çalışan
kafalar! Ah bu kafalar…!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder