29 Kasım 2018 Perşembe
HAKİKATEN NAMAZ NEDİR?
Namaz; külli bir ibadettir; Tahmid, tekbir, tesbih, zikir, şükür vs. hepsi onda mevcuttur.. Namaz; salattır. Yani; duadır. Tazarrudur. Kişinin Rab binin huzuruna çıkmasıdır. Allah'ı ta'zimdir. Kulun esas duruşunu göstermesidir. O'nun huzurunda aczini fakrını ikrar ederek, ruku ve secdesini yapmasıdır. Kişinin haşyet duyması, kalbinin ürperme sidir.
Kendisini sayılamayacak kadar nimetlerle donatan Rabbine şükrünü ifasıdır...
Fatiha'sız namaz olmaz. Onun dışında namazda ama Kuran'dan, ama mesnun olan dualardan kişi istediği kadar okuyabilir. Ruku ve secdesini istediği kadar uzatabilir...
Fatiha da en güzel dualardan biridir. İbadete layık biricik Mabud'tan yardım dilediğimizi her gün bir parola gibi tekrarlarız. Ahd-ü peymanımızı yenileriz. Din günün tek sahibinin yüce Rab olduğunu, orada onun ortağının, danıştığını akıl aldığı birinin olmadığı bilincini ifade ederiz. Yalnız ona kulluk edip yalnız ondan yardım dilediğimizi, hidayetin, kurtuluşun yegane sahibinin yüce Rab olduğunu yoldan ayırmamasını. Bizi, Yahudileşen ve Hristiyanlaşanlardan eylememesini O'ndan talep ederiz...Namaz tek yüce olan Rab'ın huzurunda boyun bükme bütün dikkati toplayarak O'nunla bir bağlantı kurmadır. Aynı zamanda.
Özetle Namaz; kişinin kimin karşısında, ne amaçla durduğunu, kainatın halıkı ve razıkı olan Allah'ın huzurunda bulunduğunu hissetmesidir. O'nun azameti karşısında kendi aczini, fakrını itiraf etmesidir. O'ndan af ve mağfiret dilemektir. Namaz sadece kıraatten ibaret değildir. Elbette namazın sevabı kıraatın ziyade olmasına bağlıdır. Yani ne kadar kıraat fazla ise o kadar makbuldür. Rekatların sayısına değil, okunan ayetlerin sayısına bakılır. Bununla birlikte namaz kıraate indirgenemez. Kıraat farzlardan yalnızca biridir. Namaz Arapça etüt çalışması değildir. Ya da ayn çatlatmak, tecvid, meharic-i huruf hiç değildir. Mukabele saati de değildir. Namaz zikirdir. Allah'ı anmaktır.." وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْرٖى Beni anmak için namaz kıl" .
Namazın Arapça kılınması gerektiği yönündeki iddiaların hiçbir ilmi dayanağı yoktur. Kuran’ın hiçbir yerinde namaz kılarken Arapça kılmamız emredilmemiştir. Dolayısı ile kişi istediği dilde namaz ibadetini kılabilir diyen alimlerimiz mevcuttur. İmamı azam bunlardan birisidir.. Bu alimlere göre namazı anladığı dilde Kuran ayetleri okuyabilir ya da Allah’a dua edebilir. Namazda asıl olanın Allah’ın anılması/hatırlanması olduğunu şu Kuran ayetinden anlıyoruz:
"Hiç kuşkulanma ki ben Allah’ım. İlah yoktur benden başka. O halde bana kulluk et ve namazını, beni zikir(beni hatırlayıp anmak) için yerine getir." (20-TaHa 14)
Kuran’ın Arapça indirilmesinin tek sebebi, onun Arap Yarımadasına inmesidir, yoksa Arapça’nın herhangi bir kutsallığı yoktur. Bunu şu ayetten açıkça görebiliriz:
"Biz, her resulü kendi halkının dili ile gönderdik ki onlar için her şeyi ortaya koysun. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Daima üstün ve bütün kararları doğru olan O’dur." (Ibrahim 4 )
"Kur’an’ı, yabancı bir dilde oluştursaydık derlerdi ki “Ayetleri açıklansa ya? Arap’a hiç yabancı dilde bir kitap olur mu?” De ki “O, inanıp güvenenler için doğru yolu gösteren ve şifa olan tedavi eden bir kitaptır. İnanmayanların sanki kulakları tıkalı, müminlere karşı gözleri sanki kördür. Kendilerine uzak bir yerden seslenilen kişiler gibidirler"(Fusilet 44)
Namazı anlaşılacak bir dilde kılmak yada okuduğu ayetlerin anlamını bilmenin çeşitli açılardan faydası mevcuttur. Nisa Suresi 43. ayette şöyle buyrulmaktadır: "Her elçi kendi kavminin dilinde tebliğ etmiştir", Hz. Muhammed de Arap kavmine gönderildiği için Kuran Arapça inmiştir. Namazın sadece Arapça kılınması gerektiği iddiası, Kuran ayetlerinden çıkmadığı gibi aynı zamanda ayetler ile çelişmektedir de. Zira Kuran’a göre, Arapça bilmeyen önceki nesillere de namaz emredilmiştir; mesela Hz. Musa ve kardeşine (10-Yunus 87),Hz Şuayb Peygamber’e (11-Hud 87), Hz.Lokman Peygamber’e (31-Lokman 17), İsmail Peygamber’e (19-Meryem 55), İsrailoğullarına (Bakara 43). Şüphesiz ki bu kavimler Arapça bilmiyordu, dolayısı ile kıldıkları namaz da Arapça değildi. Kuran, bize daha önceki kavimlere de temel hükümlerin aynı şekilde açıklandığını söylemektedir (26-Şuara 192-197). Bu bilgiler ışığında namazın sadece Arapça kılınabildiği iddiası kabul edilemezdir.
"Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın."
Görüldüğü gibi ayette, namazın gerekliliklerinden birinin “ne dediğimizi bilmemiz” olduğuna işaret edilmektedir. İyi ama namazını Arapça bilmeden Arapça kılan çoğu insan ne dediğini bilmemektedir. Bu durum ise yukarıda bahsettiğim gereklilik ile çelişmektedir. Muminun Suresi 2. ayeti inananların namazlarında derin bir ürperti ve tevazu içinde olduklarını söylemektedir. Sizce, ne söylediğimizi bilmeden böyle derin bir ürperti duyabilir miyiz?
NAMAZ İBADETİ ALLAH RESULÜ ÖNCESİNDEN ÖNCEDE VARDI
Cahiliye devrinde cünüplük sebebiyle gusül abdesti almak gerektiği bilinirdi. Abdest de bilinirdi. Dolayısıyla namaz bilinen ve ifa edilen bir ibadet idi.
Ebû Zer el-Ğıfârî Hz. Peygamber’e gelip İslam’a girmeden üç sene önce namaz kılardı. Kus b. Sâide de namaz kılanlar arasındaydı.
Cahiliye devrinde zekât ve/veya sadaka da bilinirdi. Misafirler ve yolcular ağırlanır, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunulur, fakir fukaraya sadaka verilir, sıla-ı rahim yapılır ve bu tür işleri yapanlar övgüyle anılırdı.
Oruç ibadeti de bilinirdi. Kureyşliler İslamiyet’ten önce tazim ve kefaret için Aşure orucu tutarlardı. İtikafa çekilmek de onların meçhulü değildi. Keza Araplar hac ve umreyle ilgili bütün menâsiki bilir, kurban keserlerdi; fakat bütün bu ibadetlere şirk bulaştırmışlardı.
Zikri geçen ibadetlere ilaveten İslam öncesi dönemde cenaze namazı, cenazeyi kefenleme ve “rahmetullahi aleyk” (Allah’ın rahmeti üzerine olsun; -bugünkü tabirle- Allah rahmet etsin) duasıyla defnetme, üç talâkla boşama gibi ritüeller de vardı. Ayrıca, ceza hukukuyla ilgili olarak eşkıyalık (hirâbe) suçunu idamla, hırsızlık suçunu el kesmeyle cezalandırma örfü de mevcuttu.
Bütün bunların yanında İslam öncesi Arap toplumunda üç talakla boşama (bâin talak) ve bu şekilde boşanmış kadının ancak bir başka erkekle evlilikten sonra önceki eşine dönebilme şartı (hülle), zıhar, îlâ, hu’l (muhâlea) ve Zülmesâcid el-Yeşkûrî diye anılan adamla ilgili rivayetteki bilgiye göre mirasta erkek çocuklara kızların payının iki misli pay verilmesi gibi uygulamalar da mevcuttu.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder